03.08.2016 Çarşamba
TÜRKİYE Cumhuriyeti Devleti, orduyu merkeze alarak kuruldu.
Hayır, sadece ideolojik taşıyıcılıktan söz etmiyorum; fonksiyonel olarak da devletin merkezinde ordu oldu, kalan bütün kamu kurumları ve hizmetleri ordunun ihtiyacına göre şekillendi.
Böyle olmasını, Cumhuriyet’in böyle kurulmasını ‘normal’ bulabiliriz. Bağımsızlığı için bir Kurtuluş Savaşı vermiş, işgali sona erdirmiş bir ulusun beka endişelerini ve yurt savunmasını öncelemesinden daha doğal bir şey olamaz.
O kadar asker ve savunma merkezliydi ki ilk yıllar, düşman gemilerinin menzili dışında kalsın diye demir çelik tesisleri limandan ve daha önemlisi demir cevherinden uzağa yapılıyor; demiryollarının rotaları askerce belirleniyor; okullardaki müfredat bile ‘asker millet’ şiarına uygun düzenleniyordu.
DEVLETİN ÇEKİRDEĞİNİ DÜŞÜNMEDİK
Sorun, ordunun zaman içinde ‘Cumhuriyet’in kurucu felsefesi’ denen, hâlâ tam olarak ne olduğu belli olmayan Kemalist ideolojinin taşıyıcılığını üstlenmesi, partiler üstü bir siyasi parti rolüne soyunması ve topluma ayar vermeye başlamasıyla doğdu; yoksa 1960’a kadar kimsenin asker merkezli devletten fazla bir şikâyeti olmadı.
Ordunun 1960’taki ideolojik müdahalesi ve müdahaleyi kalıcı kılacak vesayet kurumlarını oluşturması; bu vesayete rağmen 12 Eylül 1980’de sistemi bir kez daha sil baştan yaratması, vesayeti ağırlaştırması son dönemde başlıca siyasi tartışmamızdı.
Ama lafa ‘sivilleşme’ ve ‘asker üzerinde sivil kontrolü’ diye başlayanlar bile, askerin devlet yapısındaki merkezi konumunu konuşmuyor, onun yerine daha sembolik bazı meseleleri dile getiriyordu. Konuya sistem diye bakan, bu satırların yazarı dahil, kimse yoktu.
15 Temmuz darbe girişimi pek çok bakımdan bir milat.
Şimdi hükümet ve Cumhurbaşkanı asker merkezli devleti artık asker merkezli olmayan bir devlete dönüştürmek için harekete geçti.
BAŞKOMUTAN MI, MECLİS Mİ?
Geçti ama tam olarak ne yapıyorlar? Askerden boşalan merkeze ne gelecek? ‘Başkomutan’ sıfatını artık her gün kullanan Cumhurbaşkanı mı, yoksa başka bir kurum, mesela parlamento mu?
Bizim Kurtuluş Savaşımızı aslında Türkiye Büyük Millet Meclisi başlattı ve yürüttü, taa ki ‘Başkomutanlık’ kanununa kadar. O günden itibaren parlamentomuz bugün dahil ikinci planda bir role itildi.
Baktığımızda bugün devletin yeniden yapılanması adımlarının esas olarak Olağanüstü Hal rejiminin verdiği bir imkân olan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarma yetkisiyle yapıldığını görüyoruz.
Gerçi henüz bütünlüklü bir kamu reformu gözükmedi; kuvvet komutanlıklarının Milli Savunma’ya bağlanması ve Genelkurmay’ın rolünün ‘komuta merkezi’ olmaktan ‘koordinatör’ olmaya indirgeniyor olması, ordu merkezli devletin bitmesi anlamına gelmez ama belli ki arkadan gelecek olan bu.
HÂKİMİYET MİLLETİNSE...
KHK ile yapılanların da sonunda Meclis onayına gelecek olması gözümüzü boyamasın; hükümet, devletin yeniden yapılanması konusunu tek başına yürütemez, yürütmemeli. Bu konularda muhalefete danışılmalı, onların sadece görüşü değil katkısı da mutlaka alınmalı. Cumhuriyetimizin kuruluşunda yaptığımız hatayı bugün tekrar etmemeli; çoğulculuğa kapılarımızı kapatmamalıyız. “Doğrusunu biz biliyoruz, Meclis’te de zaten çoğunluğumuz var” anlayışıdır 90 yıl sonra bizi 15 Temmuz gecesine getiren.
Madem Genelkurmay Başkanlığı bile binasına ‘Hâkimiyet milletindir’ diye yazdı; yeni baştan kurduğumuz devletimizin merkezine biz de o hâkimiyetin tecelli ettiği yeri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni koymalıyız. Bizim en büyük ve değerli milli bayramımız 23 Nisan’dır, bunu kafamıza yazmalıyız.
Muhalefet, özellikle de CHP, parlamentonun güçlü olmasıyla ‘parlamenter sistem’i birbirine karıştırmamalı, bu ikisini aynı şey sanmamalı. Yönetim sistemimiz parlamenter de olsa başkanlık da olsa, Meclis’in gücü ve yetkisi merkezi konumda olmalı.
Meclis’i ve milletvekilini nasıl daha güçlü yaparız, milletvekillerini lider vesayetinden nasıl kurtarırız? Bu parlamento bu soruya cevap vermeli; iktidarıyla muhalefetiyle önceliği bu olmalı.
HURRİYET